Konya'da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk'ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanmış (1932), bir yıla mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatmış, Cumhuriyetin onuncu yıldönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuşmuştur (1933). Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara'ya giden Sabahattin Ali Millî Eğitim Bakanlığı'na başvurarak yeniden göreve alınmasını istemiştir. Dönemin bakanı Hikmet Bayur'un "eski düşüncelerinden vazgeçtiğini ispat etmesini" istemesi üzerine Varlık dergisinde "Benim Aşkım" adlı şiirini yayımlayarak (15 Ocak 1934) Atatürk'e bağlılığını göstermeye çalışmıştır. Aynı yıl Bakanlık Neşriyat Müdürlüğü'ne alınmış, Ankara II. Ortaokul'da öğretmenlik yapmıştır.
16 Mayıs 1935 günü Aliye Hanım ile evlenmiş, 1936'da askere alınmış, 1937 Eylülünde kızı Filiz Ali dünyaya gelmiştir. Yedek Subay olarak askerliğini Eskişehir'de tamamlamış, 10 Aralık 1938'de Musiki Muallim Mektebi'nde Türkçe öğretmeni olarak göreve başlamıştır. 1940 yılında tekrar askere alınmış, askerliğini yaptıktan sonra Ankara Devlet Konservatuarı'nda Almanca öğretmenliği yapmıştır (1941 - 1945).Sabahattin Ali dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatmış, karşılaştığı baskılardan bunalmıştır. Ali Baba dergisinde yayımladığı "Ne Zor Şeymiş" başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmaktadır: "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi".
Bir başka dava nedeni ile 1948'de Paşakapısı cezaevinde üç ay yatmıştır. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlamış, işsiz kalıp, yazacak yer bulamamıştır. Tek parti yönetiminin baskılarından uzaklaşmak için yurt dışına gitmeye karar vermiş ancak kendisine pasaport verilmemiştir. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı bulamayınca da Bulgaristan'a kaçmaya karar vermiş fakat para karşılığı Ali Ertekin adlı bir kaçakçıyla anlaştı. Ordudan atılmış olan bir astsubay olan Ertekin, geçimini yurt dışına adam kaçırmakla sağlamakta, öte yandan Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti adına ajanlık yapmaktaydı. Resmi açıklamalara göre Ertekin, "milli hislerini tahrik ettiği için" Sabahattin Ali'yi başına sopa vurarak öldürdü. Cesedin 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında şaibeli bir şekilde bulunmasından sonra, 28 Aralık 1948'de tutuklanan Ertekin, Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandı. Yaptırımı 18-24 yıl olan adam öldürme suçundan, 15 Ekim 1950'de "milli hisleri tahrik" gerekçesiyle cezası indirilerek 4 yıla hüküm giydi.[1] Ancak yazarın yakın çevresi ise Sabahattin Ali'nin Kırklareli'de Milli Emniyet tarafından sorgulanırken işkence sonucu öldüğü ve Ertekin'in paravan olarak kullanıldığını iddia etse de bu hiçbir zaman kanıtlanamadı.[1] Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf eden ve Milli Emniyet mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin, dört yıla hüküm giymiş; fakat birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalmıştır.[2]
Bulgaristan’ın Eğridere (Ardino) kentinde, Sabahattin Ali’nin 100. doğum yılı kutlandı. 31 Mart 2007 günü gerçekleşen toplantıya, başta Bulgaristan Yazarlar Birliği Başkanı olmak üzere Sofya ve Bulgaristan’ın çeşitli kentlerinden Türk ve Bulgar yazarlar, şairler, okurlar ve Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali katıldı. Bütün eserleri 1950'li yıllardan beri Bulgaristan’daki tüm okullarda okutulduğundan, Sabahattin Ali bu ülkede çok tanınan bir yazardır.
Romanın baş karakterleri Maria Puder ve Raif Efendi'dir. Raif Efendi içine kapanık, melankolik ve dış dünyaya uyum sağlayamamış bir karakterdir. Hayatı boyunca birçok şeye boyun eğmiş, haksızlığa uğradığında bile buna karşı koyamamıştır. Sevmediği bir kadınla evlenmiştir, bir ailesi vardır. Kendi hayatına kendi yön verememiş, başkalarının istediği bir insan olarak hayatını sürdürmüştür. Hayatında gerçekten yaşadığını hissettiği sadece bir anısı olmuştur ve bunu günlüğüne aktarmıştır.
20'li yaşlarında babasının isteği üzerine gittiği Berlin'de, sanata olan ilgisi sayesinde bir sanat galerisine gider. Galerideki tablolar arasında bir sanatçının otoportresini görür ve tablodaki kadını hiç tanımamasına rağmen platonik olarak aşık olur. Bu tablo onda daha önce hiç hissetmediği duygular uyandırır. Raif Efendi tablodaki portrenin, Andrea Del Sarto tarafından yapılmış "Madonna delle Arpie" isimli tablodaki Madonna'nın portresine benzediğini düşünür. Tabloya o kadar hayran olur ki fırsat buldukça tabloyu görmeye gider, fakat başka gözlerin onu takip ettiğini farketmez. Artık ritüel halini alan bu tabloyu seyretme seansınlarından birinde bir kadın onun yanına gelir. Bu kadın, tablonun sahibi olan sanatçı Maria Puder'dir. Maria, Raif'in tabloya olan hayranlığının farkındadır. Raif ise başta onun kendisiyle alay eden biri olduğunu düşünür. Tablonun sahibi ile konuştuğunu öğrenince ise dünyası bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde değişir.
Maria'nın karakteri Raif'e göre daha dominanttır. Kendisinin bir erkek gibi özgür yetiştiğini, canı ne isterse onu yaptığını Raif'e anlatır. Hatta Raif'i de çok naif bulduğunu dile getirir. İkisi bu özellikleri sayesinde birbirlerini tamamlarlar ve uzun süren bir arkadaşlık başlar. Raif Maria'yı çok sevmektedir fakat Maria'nın kendisine olan hislerinden emin olamaz. Yine de onun her istediğini yapmaya çalışır. İkisi beraber rüya gibi günler geçirirler fakat her zaman olduğu gibi bu romanda da hikayenin sonu kötü biter. Babasının ölümü yüzünden Raif Efendi Türkiye'ye, eski kasvetli günlerine geri dönmek zorunda kalır.
Yaşlanıp ölümünün yaklaştığını anladığında, bu güzel günleri kaydettiği defterinin yakılmasını genç iş arkadaşından rica eder.
Kendi
yorumu katamadan olmaz)) Kitap hayatım boyunca okumakdan pişman olamayacağım
kitaplardan.Yazarin ustalıkla yazdıgı bu kitap, okuyucunu asla yormaz,lakin
okuyan kitapkurdu asla bitmesini istemeyeceyi bir kitap. Yazarın anlatdığı
karakter, hayatimizda çokda rastlayamayacağımız bir insan Raif Efendi.Sevginin ne
olduğunu bilmeyen,bu hissi yaşamayan,ve bulduğundada kaybeden insanlardan
bence.
Hayttada az deyil ya böyleleri.Omurumuzce
bulamıyoruz bazen gercekden seveceyimiz
insanı, bazende bulunca
kaybediyoruz,bazen siz, bazende sizi
kaybediyorlar. Gerci mutlaka pişmanliklar oluyor,kimler her defasında
gercekden sever yada sevilirki? Işte kaybedince
anlar bazen insanlar .
Ben Raif efenidiniin hayatını okurken ahh Raif Efendii
senin gibi insanlarda oldumu acaba bu dunyada dedim.Karşılıksız sevmek nasıl
oldugunu çok güzel anlatıyor.Sevdiyini incitmeyin, onu kızdIrmağIn kaybetmeyin
korkusunuda gordum kitapda. Maria Puderın düşüncelerinede hak verdim
ben.İnsanlara güvenmemesine, sevginiin onu bir farkıli hiss etdirmesini beklemesine,
icinde derinlikdeki soğukluğun
kaybolmasini istemesine.Sonu böyle olmasini istemezdim,ama hayat bu biz bitti
dediyimiz anda başlayan,daha günlerimiz var dediyimiz andada gözümüzü kapadiğimiz
yerdir.
Ama en çok hayatın ne kadar zalim olduğunu bir kez daha
gördüm.Oyle bir sevgi ,Raif efendinin
aşki böyle bitmemeliydi diye düşündwm ben.Ama yazar öyle düşünmemiş))
kİtapda
beyenmediyim yerlerde çok oldu ama, bu kitaba olan hayranlığımı birazcık bile
etkilemedi.Ben kitabi bitirmek hic istemedim,ancak Kitapkardeşliyi ile birlikde
bitirdim. Ve bir kez daha tekrar okuya bileceyim kitaplardan oldu benim için.Niye bu kitabi
bukadar sevdiyimi sorarsaniz,ben susan insanları cok severim,dalqin insanları,
sevipde söyleyemeyenleri,kıymetini sevdiine onun yaninda olarak gösteren
insanlar benim için kahraman gibiler,çünki böyle insanlar çok az ama
tükenmediklerine inanalardanim)) İşte Raif Efendi tamda onlardan biri, bu yüzden kitap en sedviklerim sirasinda öz
yerini almışdir
Sabahattin
Ali’nin sözü her şeyi açıklıyor: ”Dünya’nın en basit, en zavallı, hatta en
ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir
ruha maliktir!... Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri
mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri
zannediyoruz?”